2007’nin,
Ocak ayının,
19’unda,
Saat 14:56 civarı,
Yağmurlu bir İstanbul gününde,
Şişli Halaskargazi Caddesi üzerinde…
Ölmenin nefes almak kadar normal karşılandığı bu güzel topraklarda,
Bu toprakları en az senin kadar seven bir gazeteci, bir düşünür, bir yazar, bir baba ve bir eş… veya sadece bir insan…
Sözde vatansever deli-kanlı bir ‘çocuk’ tarafından,
Arkadan vurulmuştu…
Yere düştü birşey hissetmeye vakti bile kalmadan.
Veda edemeden Rakel’ine.
Evlatları Delal’e, Arat’a ve Sera’ya…
Zor bir hayatı olmuştu yetimhanede,
Hatta, boyca büyümeye devam ederken,
Zihnen büyümüştü bile.
Gözü de yoktu parada, malda, şöhrette…
Sade,
Ve sadece düşünce adamıydı.
Düşüncelerini al, kalanı çırılçıplak olacak kadar.
Hem belli değil miydi;
Üstüne örtülen kağıtlardan taşmış ayakkabısının altındaki delikten…
Biliyorsunuz, bir günde olmadı herşey.
Yıl 2002’ydi,
Urfa’da düzenlenen bir konferansta yaptığı konuşmada “Türk olmadığını… Türkiyeli ve Ermeni olduğunu” söylediği için “Türklüğü aşağılamak” suçlamasıyla yargılandı.
Yetmedi.
Yıl 2004’tü.
”Hrant’ın hırlayışı, Ermeni’ye bak!” başlıkları heryerdeydi!
Çünkü yine konuşmuştu…
Ve neticede yapılan son duruşmada;
“Yazının eleştiri amacıyla yapılan ‘düşünce açıklaması’ niteliğinde olmadığına, aşağılayıcı ve incitici nitelikte olduğuna” karar verilerek 6 ay hapse mahkum edilmişti.
Ama Yüce Yargı, duruşmalardaki iyi hali sebebiyle, verdiği 6 aylık cezayı ertelemişti…
Mutlu olmasını bekliyorlardı.
Hayır,
O buna müteşekkir değildi.
Çünkü sadece cezaevine girmemek,
Onun için bir lütüf değildi.
Mahkeme çıkışı bazı salyalılar;
”Ceza alırsam Türkiye’yi terkederim dedi, hadi şimdi terketsin!” diyorlardı.
Oysa bilmiyorlardı;
Onun zoruna gidenin aldığı ceza değil,
İnandığı, güvendiği ve sevdiğinin,
Onu anlamamazlığa verişiydi.
Tıpkı çok sevilen sevgilinin seni görmezden gelişi,
Ve üstüne seni aşağılaması gibi…
Şöyle diyordu kendisi;
”Türkiye’de kalıp yaşamak, hem bizim arzumuz, hem de Türkiye’de demokrasi mücadelesi veren, bize destek çıkan, binlerce tanıdık tanımadık dostumuza olan ‘saygımızın gereğiydi’.
Kalacaktık ve direnecektik…”
Ve bu savunmasını tek silahı olan düşünceleri ile yapacaktı.
Tek kalkanı ise; Samimiyetiydi.
Yüzlerce, binlerce tehtid aldı.
Kaç buralardan, git dediler…
Söyledikleri ve yazdıkları yüzünden öldürülenlere bir kişi daha eklensin istemediler…
Ama o;
”Bu ülkenin bana zarar verebileceğine inanmıyorum” dedi,
Ve gitmedi…
Tarih 19 Ocak 2007 olmuştu,
Hrant Dink,
Kaldırımda yatıyordu ve üstü hemen örtülmüştü,
Üşümesin diye değil, yalnızlığından belki de.
Hrant Dink,
O kadar kalabalığın arasında bile,
Katili belli olan kişiydi.
Bu Katil 301 ve ona eli değen herkesti.
Hrant Dink,
Kafasına iki kurşun sıkılmasi suretiyle suikasta kurban giden gazeteciydi.
Hrant Dink,
Bedeninin üstü örtülen ama düşünce özgürlüğü mücadelesinin üstü örtülemeyendi.
Bilmiyorlardı;
2006’da Fransa’da geçen Ermeni tasarısına senin karşı çıktığını, aksine inandığın halde ”soykırım yoktur” diyeceğini.
Çünkü senin deyiminle;
Fikirlere devlet karışamazdı!
Düşüncelerine ve neyi söyleyip neyi söyleyemeyeceğine bir tek senin karar verebilirdin.
”Kendi fikirlerini ötekine düşmanlığın üzerine temellendiren her kişi için düşman şarttır. Düşman olmadımı krize girer” demiştin…
O zamanın talihsiz düşmanı sendin ya,
Bugün Suriye,
Haftaya Iran,
Sonra ise ben…
Bu işler sırayla.
Vatan Haini olduğunu söylediler, tıpkı Nazım Hikmet gibi.
Sizden daha çok bu toprakları sevdiklerini iddia ettiler.
Ama ortada bir gerçek vardı;
Sizden daha çok savaşıp, daha iyi öldürüyorlardı…
Bırakmadılar ki vatandaşlığını sonuna kadar hisset.
Dediler ya; ya sev, ya terket…!
Ülkesini en çok sevenin,
Onun daha iyi olması için mücadele etmek olduğunu anlayamadılar.
Ya da anlamak istemediler.
Bilmiyorlardı ki;
Atalarının bu topraklarda yaşamış olduklarını.
Belki de çoğumuzunkinden daha uzun süre…
Senin de benim gibi, bizim gibi.
Buralı olduğunu…
Yoksa garibinize mi gitti?
O delikanlı ile polisler gururlu şekilde Türkiye Cumhuriyeti bayrağı önünde fotoğraf çektirirlerken, ona yemek ısmarlarken, kral gibi davranırlarken ve bu pozları tüm Türkiye görürken…
Bizlerin daha çok garibine gitti…
10 Ocakta yazdığın ‘son’ yazında şöyle demiştin;
”Evet kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim,
Ama biliyorum ki;
Bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz.
Güvercinler kentin ta içlerinde,
İnsan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler.
Evet biraz ürkekçe ama bir o kadar da özgürce…”
Evet artık özgürdün,
Hem de o kadar ki; aynı anda milyonlarca insanın zihninde olabilecek kadar…
Cenaze günü, sevgili eşin Rakel Dink de şöyle dedi;
“Bir bebekten, katil yaratan karanlığı sorgulamadan…
hiçbir şey yapılamaz dostlarım…”
Sevgili Rakel Dink,
Sen ne kadar insan sevgisiyle dolusun ki;
Kocanı öldürenin bile aslında bir insan olduğunu, tıpkı herkes gibi bir zamanlar onun da saf bir bebek olduğunu unutmuyorsun…
Tabiki de senin kaybını, hayat arkadaşını, canını geri getiremeyiz.
Ama şunu da bilmeni isteriz;
O karanlık hepimizi dahi alsa,
Vazgeçmeyiz.
Vazgeçemeyiz.
Çünkü insan olmak;
Düşünmektir.
Sorgulamaktır.
Ve Konuşmaktır…
Bunların olmadığı yeri terketmek yerine,
Kalbimizdeki kafeslerde güvercinler besleriz…
Ve inan bana;
Elbet bir gün bizler de özgürce uçarız…